İlkokul ikinci sınıfa giden bir ikiz annesi olarak; uzun zamandır yaşadıkların kelimeler dökmek istedim. Aynı hikayenin parçası olanlarla  bir şekilde kader kardeşliği yaparak topumsal görevlerimi de yapmış olmanın rahatlığını yaşamak istedim de diyebilir.

Ben bekar bir anneyim. Hayat yolunda o ya da bu şekilde eş desteği almadan çocuklarımla büyümeyi öğrenen bir anneyim. Yaşıldığım olayları tabi  ki değerlendirirken; Çevresel etkilerden, içimde taşıdığım yaralı çocuktan, hayatı öğrenmiş yetişkin yanımdan, bana yapılamayanları çocuklarıma yapıp telafi merakımdan, keşke böyle olmasaydı yanımdan, rağmendi öğrenmiş pozitif yanımdan da etkilendiğimi eklemem gerekir. Tüketici toplumunda yaşadığımız için ben olmayı unutan bizler, biz olmakta da bütünü görmekte de sürekli zorlanıyoruz.

Hayatın, toplumun, kapitalist düzenin bize aktardığı zorlamalarla, filmlerle şarkılarla, türkülerle biz olmak yerine bizi negatif yönde etkileyen inanç şemalarına sahip oluyoruz. İki yaşında annemizin ölen babasından dolayı, annemizin sahip olduğu; erkelere güven olmaz, terk ederler ya da baban yok artık ‘’terk edildim ‘’ inancına sahip olup, terk edilme korkusunu tekrar yaşamamak için yapışkan bir eş ilişkisinin içinde buluyoruz kendimizi veya hiç ilişkiye girmeyerek uzak tutuyoruz erkeklerden kendimiz. Ya da bir bakıyoruz ki zihin olarak erkek olmuşuz, hiçbir erkeğe ihtiyaç duymadan sürdürüyoruz hayatımızı. Tabi böyle olunca biyolojik ritim falan aklımıza bile gelmiyor. İkiz çocuklarım için de bu kendimizde olmayan ritim duygumuzu ya fark etmiyoruz ya da fark edemiyoruz bir şekilde.

 

O kadar çok biyolojik ritim özürlü olduğumuzu çocuklara mamaya başladığında fark etmiştim. Benden tam 4 ay önce ikizleri olan arkadaşım 3 -4 geceyi acilde geçirmişlerdi sebep çocuklar çok ağladıkları için. Acildeki doktorlardan biri bu çocukların açlıktan başka hiç bir sorunları yok deyince rahatlamışlar çocuklar ağladıklarında mama vermeye başlamışlardı. Önceleri doktor her 3 saatte bir 30 cc vereceksin demiş .Ve tabi o da doktorun sözünü doğru kabul edip ona göre beslemişler çocukları. Sonuç ağlayan çocuklar, sorunun ne olduğunu bilemeyen acilde çözüm arayan ana babalar.. Ne kadar mühendis zihniyetin de bir hayatın içine sürükleniyoruz. Her şey  matematik gibi, gözümüzle gördüğümüz şeyleri anlayabileceğimizi düşünüyoruz. İnanç görünmeyene inanmak değil midir ? Geminin limana gelip gelmediğine odaklanıyoruz. Duygusal ve ruhsal varlıklar olarak, gemilerimizin limana giderken aldıkları rüzgarları da hesaba katmak gerekli değil midir?

Çocuğum yapamıyor, başaramıyor demeden önce okunması gereken Adem Güneş’e ait bu  hikayeyi hatırlamamız gerektiğini   düşünüyorum.

Biyolojik ritme saygı  duymayı öğrenmek umuduyla;

 

Çocuğu birinci sınıfa başlamış bir anne-baba çaresizlik içinde yanıma gelmişti.

Çaresizliklerinin sebebi; 19 kişilik sınıfta 18 kişi okuma yazmayı öğrenmiş, bir tek kendi kızları kalmış okumaya geçemeyen. Çalmadıkları kapı kalmamış, kimi “Disleksi var galiba çocuğunuzda” demiş. Kimi “Beyindeki kimyasal denge bozukluğundan” bahsetmiş.

Bütün bunlarla yetinmeyen anne, gittiği yerlerden birinde “Kızınıza kötü cinler musallat olmuş” diye duyunca film kopmuş…

Kocaman değil, henüz 6 yaşında bir kız çocuğunun okul hayatında başına gelenlerden bahsediyorum… Göz ucu ile şöyle bir baktım; utangaçtı… Bilirim ki kız çocukları bu yaşta böylesi utangaç olurlardı, sorun yoktu benim için. Adını sormak istedim, annesinin arkasına saklandı. Babası kolundan tutup saklandığı yerden çıkartırken “Amca adını soruyor, söylesene adını hadi…” demesi çocuğun içinde bulunduğu durumu özetlemeye yetti.

“Üzgünüm çocuklar sizler adına” demek geldi içimden, söyleyemedim…

“Siz dışarıda bekleyin isterseniz?” diye anne-babayı dışarıya davet ettim.

Çocuk öylece kalakaldı oturduğu koltukta… Kaygılı idi. Başına ne geleceğini bilememenin, ama kendinden büyük birisine de itaat etmesi gerektiğinin çelişkisi okunuyordu vücut dilinden.

Kendimi tanıttım. Güzel resim yapabildiğimden bahsettim. İsterse birlikte resim yapabileceğimizi söyledim. “Hı hı” diye başını salladı ürkekçe… Diz çökerek oturduk yere, sehpanın üzerine koyduğum kâğıda boya kalemleri ile ev yapmaya başladık…

Ben, yazı da yazabildiğimi söyledim. Çocuk, “Ben de yazıyorum ama biraz yavaş” dedi. “Olsun” dedim, “Ben de önceden yavaş yazıyordum. Hem yavaş yazınca bazen daha güzel oluyor” deyince gözlerime baktı, rahatladı. Sonra kaşlarını çatıp “Ama öğretmenim dedi ki hızlı yazmalıymışım. Hem ödevimi yavaş yapınca annem kızıyor.” derken, ülkemiz çocuklarının eğitim dramını anlatıyordu aslında…

İkimiz de önümüze yeni bir kâğıt aldık… Oturduğumuz yerde, benim söylediğim harfleri birlikte yazmaya başladık. Küçücük parmakları ile nasıl da samimi çabalıyordu, içim burkuldu…

Üç-beş harfi yazdıktan sonra “Ben yazı da okuyabiliyorum” dedim.

Çocuk beni duymazdan geldi. Kalemle çizgi çizmeye devam etti. İncinmişliği vardı belli ki…

“Hatta ben, bu harfin hangi harf olduğunu bilebilirim” deyince başını kaldırdı, “Ben de bilirim, o A” dedi. Cesaret kazanmıştı. Çünkü kendini zorlamayan, ona uyum sağlayan bir yetişkin vardı yanında.

“Peki, bu hangi harf?” diye sordum, onu da bildi, diğerini de… “Hadi bu harfleri yan yana okuyalım dedim”, yavaş yavaş da olsa okudu.

“Ne güzel okuyorsun” dedim. Çocuk: “Ama annem sıkılıyor ben okurken. Babama diyor ki gel şu çocuğu sen okut, yoksa ben çıldıracağım.”

Dakikalarca gözlemledim, ne “disleksi” idi problemin adı, ne de “cin çarpması”. Aklı başında, narin bir kız çocuğu ve ona hitap edemeyen yetişkinlerin çatışması vardı ortada; “beklenti çatışması”… Çocuk, kendi biyolojik ritmi ile “edinerek öğrenmeye” çabalarken, anne-babanın bu hızı yavaş bulup hızlandırma gayreti, çocuğu sersemleştirmişti.

Çocuğu dışarı alıp anne-babayı yeniden davet ettim. Dikkat ettim ki anne babanın da biyolojik ritmi oldukça bozuk. Baba beni dinler iken ayaklarını sallayıp duruyor, anne konuşurken hızlı hızlı ve yutarak konuşuyordu…

Hâlbuki edinerek öğrenmenin en temel ilkesi; eğiticinin “sekine” halinde bir biyolojik ritme sahip olmasıdır.

“Aktif bir pasiflik”, eğiticinin en üstün özelliğidir.

Konuşurken, inci tanesi gibi kelimeleri tek tek çıkarmak... Yürürken, yavaş ve sükunet içinde yürümek… Göz göze gelindiğinde, gözlerle çocuğun gözlerine dokunacak kadar sakin bakmak, edinerek öğrenmenin olmazsa olmaz prensipleridir.

Kalıcı öğrenmenin önündeki en büyük engel; çocuğu hızlandırmaktır; “Hadi, hadi… Çabuk, çabuk… Herkes yaptı bir sen kaldın” gibi baskılar çocuğu psikolojik olarak gerdiği gibi, bilginin içselleşmesinin önünü de kapatır.

 

Çocuğa iyilik yapmak isteyen eğiticiler, onun biyolojik ritmine saygı duymalı. Belki kendilerinin bozulmuş olan biyolojik ritimlerini de “sekine” haline çevirerek çocuğun karşısına çıkmalıdır. Bu bir lüks değil, çocuk hakkıdır.

Bir kitapta okumuştum. Bir eğitimci Afrika da kadınlar ve çocuklar üzerinde araştırma yaparken bir şey çok dikkatini çekiyor. Tarlada çalışan Afrikalı bir kadın kucağına bağlı olan bebekle çalışıyor ve gün sonunda bebeğin anneye bağlı olduğu kumaşın hiç dışkı ile kirlenmediğini hayretler içinde görüyor. Kadına bezin nasıl böyle temiz kaldığını sorduğunda cevap çok düşündürücü. ‘Sizin çişiniz geldiğinde siz bilmiyor musunuz ? ‘Anne ile bebek o kadar bir olmayı başarmışlar ki ;anne bebeğin ihtiyaçlarını dahi hissedebiliyor. Anne ile hatta hayatla bile bağlarımız artık o kadar koparıldı ki . Ben artık bizi bir kafesin içindeki kuşlar gibi görüyorum. Kendi hapishanelerimiz de çılgınca ötüp durun, hiçbir yere uçamayan…

Bu hikayeleri okuduğumda ne kadar insanlıktan uzaklaştığımızı hissediyorum. Aslında hissetmeyi de bıraktığımızı derinden biliyorum. Eskiden su içmek için bile emek sarf edilirmiş. Benim annemler köyde çocuklukları geçtiği için; içme hatta kullanma sularını çeşmeden taşırlarmış. Yani şimdi ki gibi 50 kuruş verip marketten satın almazlarmış ya da alamazlarmış. Tüketmek için emek vermek ve üretmek gerekirmiş. Yani değeri varmış. Bir bardak suyun değeri varmış. Şimdi diş fırçalarken bile akıttığımız su ile bir bahçe sulanabilir düzeyde. Şimdi üretmeden tüketmeyi öğrenen, kendi yaşadıkları zorlukları yaşamasın diye çok rahat yetiştirilen çocuklarla dolu okullar, evler, işyerleri. Değer bilmeyen ne kendine ne de etrafındakilere değer hissettirebilir. Değerli hissetmeyi başarmış bir toplumda her sorun için bir anahtar kolaylıkla bulunabilir değil mi?

Size umutsuzluk yapsın diye değil, değişmek için fark etmek gerektiğini düşündüğüm için bu satırları bir araya getirdim.

Her dakika değerli olduğunu hisseden birisi bunu etrafındaki herkese hissettirebilir. Bunun için aynada gözünün içine bakarak 10 dakika’ ben değerliyim ‘diye 21 günlük çalışma yapması hayatında mucizelerin gelmesini sağlayacaktır.

En derin sevgi ve saygılarımla,

Işıkla kalın,

 

 Aylin Uyar  0 532 6152665

Aile Dizimi

Yaşam Koçu

Reiki Master

Scio ( biorezonans &biofeedback )

 

 

 

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.